Umberto kim midir?
Bize ne mi yaptı?
Birinci sorunun cevabı:
Umberto Napolitano LAN Architecture’nın kurucu ortağı olan, henüz otuzlu yaşlardaki çok başarılı bir İtalyan mimardır. LAN’in açılımı Local Architecture Network, yani yerel mimarı ağ anlamına gelmektedir. Bu yaklaşımla sosyal, kentsel, işlevsel ve biçimsel sorulara cevap bulmaya çalışan bu mimarlık bürosu, son derece yaratıcı, çağdaş ve de zarif projelere imza atmıştır. Bunun sonucunda da Avrupa’da birçok ödüle layık görülmüştür.
İkinci sorunun cevabı:
Yapı Endüstri Merkezi’nin “Değişim Dönüşüm” başlığı altında düzenlediği Konut Konferansı 2012’ye konuşmacı olarak katılan Umberto Napolitano, “Bir Şehrin Potansiyeli” adlı sunumunda bu başarılı projeleri biz katılımcılara tanıtmıştır. İşte bunu yapmaması gerekiyordu, çünkü özellikle “Tower 486 Mina El Hosn” (lütfen üzerine tıklayınız) adıyla Beyrut’ta tasarladığı projeyi görünce, güzelim İstanbul’umuzda yapılan “yanlış” tasarımları anımsayarak, bir kez daha kahrolduk mimarlar olarak.
Yanlış anlaşılmasın, yapılan tüm yeni projeler yanlıştır diye bir iddiamız yok. Çok başarılı örnekler de mevcuttur aralarında, ama genelde son derece gelişi güzel ve mevcut çevresiyle alakasız hatta adeta zıtlaşan bir yapılaşma süreci gözlemlenmektedir, şehrimizde ve ülkemizde.
Oysaki özellikle İstanbul gibi tarihi, kültürel ve doğa cevheri olan bir şehir, son derece titiz bir tasarım ve planlama süreci eşliğinde, adeta kadife eldiven misali bir yaklaşımla ele alınmalıdır.
Bunun nasıl olabileceğine dair en güzel örnek de Umberto Napolitano’nun Beyrut’taki projesidir. Kendisine proje ilk teklif edildiğinde henüz otuz yaşında olduğundan, bunu mimar arkadaşıyla aralarında adet haline getirmiş oldukları telefon şakalarından biri sanmış. O yüzden söylenenleri dalga geçerek dinledikten sonra, “Lütfen bana Stefano’yu verir misiniz!” demiş. Telefonun ucundaki hanım da, “Stefano kim?” diye geri sorunca, teklifin gerçek olduğunu anlamış.
Söylenenleri anında Google üzerinden araştırmış ve cazip olduğu kadar, karmaşık bir projeyle karşı karşıya olduğunu anlamış. Beyrut’un o eşsiz zenginlikte tarihi, kültürel ve de iç içe geçmiş yapısı onu oldukça ürkütmüş. Böyle bir sorumluluğun altından kalkamayacağını düşünmüş. Ancak karşı taraf ısrarını sürdürünce, altı aylık bir düşünme süreci istemiş.
Bu zaman zarfında da, kendi deyimiyle içinde Roma, Atina ve İstanbul’u aynı anda barındıran ve hala iç savaşın izlerini taşıyan şehrin tüm bu özelliklerini tek bir projede yansıtmanın mümkün olamayacağını anlamış. Bu yüzden de şehrin farklı açılardan görülen önemli merkezlerini, ortadaki kulenin cephelerinin üzerinde göstermeye karar vermiş. Bunu yapabilmek için de, yüksek teknolojiyle birleşen çok zarif ve şeffaf bir tasarım dili kullanmış. İç mekânlara da bu ışıltılı ve filigran tasarım anlayışı aynen yansıtmış.
Arsanın ortasında konumlandırdığı kuleyi de farklı yüksekliklerdeki daha alçak yapılarla çevrelemiş. Ortaya yaratıcı ve çağdaş olduğu kadar yerel öğeleri de barındıran, adeta tığ misali işlenmiş son derece hafif ve de estetik bir mimari çıkmış.
İşte tasarım, yani mimarlık ve de şehircilik budur.
Bu gibi yapılardır günümüzde şehirlere değer katan ve tarihi olma özelliklerini sürdürmelerini sağlayan.
Ne yazık ki proje tasarım aşamasında kalmış, gerçekleştirip gerçekleştirilmemesi, olası bir Suriye savaşına bağlı. Ben kendi adıma bu “sanat eserinin” inşa edilmesini çok isterim. Keşke bizde de davet üzerine böylesine şehrin dokusuyla uyumlu ve de onu zenginleştiren tasarım harikaları hayat bulsa. Bu yüzdendir ki, etrafındakilerden alakasız bir şekilde monoton bir cam ve çelik iskelet yığını olarak yükselen bazı binalara ben “gofret” diyorum. Hatta zemin katlarındaki şekilsiz yayılma yüzünden, onlara erimeye başlamış gofrete benzetiyorum.
Umberto Napolitano’nun hoş bir İtalyan aksanıyla son derece anlaşılır ve de ilgi çeken sunumundan sonra, Hollandalı katılımcıların “En Yenilikçi Kentsel Geliştirme Yaklaşımları” adı altında tanıttıkları projelerin hepsi birer mimarlık ve şehircilik dersi gibiydi. Mimarlık ve şehirciliğin, şehircilik ve belediyeciliğin, nasıl birbirinden ayrılmaz birer parça olduğunu çok çarpıcı örneklerle gösterdiler.
En çok vurguladıkları nokta da “kalıcı değişim ve dönüşüm” oldu. Yani titiz, çok yönlü ve de katılımcı bir planlamayla, uzun vadede şehirlere değer katacak olan sağlıklı ve de sürdürülebilir çözümlerin bulunmasının ne kadar önemli olduğunu vurguladılar. Bu yüzden baştan çok yatırım yapılması gerektiği, ama sonuçta daha yaşanılır olup, değer kazanan şehirlerin, tüm bu “giderleri” nasıl “gelirlere” dönüştürdüğünü anlattılar.
Her ne kadar İstanbul bir dünya metropolü olarak büyük bir potansiyele sahip olsa da, birçok yabancı araştırmalarda 2025’te dünyadaki top şehirler listesinde olmayacağı öngörülüyor. Çünkü bu şehir aşırı hızlı gelişmesiyle, sağlıklı büyüme karakterini yitiriyor. Kültürel ve tarihi dokusu gittikçe daha çok zedeleniyor. İstanbul’a has değil, dünyanın herhangi bir yerine olabilecek “kimliksiz” ve çoğunlukla çevrelerini ezen bir kütleye sahip yeni devasa yapılarla bir şehrin sağlıklı olarak gelişmesini, yani sürdürülebilir bir kaliteye ulaşmasını ve böylece dünya markası olmasını sağlayamazsınız. Hele bu yapıların oluşturduğu yeni trafik yüküyle asla.
Depreme karşı önlem olarak çoktan başlamış olmamız gereken “kentsel dönüşüm” ise her şeyden önce “hayati” bir gerekliliktir. Ancak en az bunun kadar hayati olan, “doğru” yapılmasıdır. Mevcut binaları yıkıp, yerlerine daha sağlamlarını dikmekle kentsel dönüşüm olmaz. Tüm çevreleri, ortak yaşam alanları ve yollarıyla beraber bir dönüşüm sağlanmalıdır.
Hollandalı katılımcılar, kendi ülkelerinde zamanında şehrin dışındaki uydu kentlerde insanların mutlu olamadığını, şehirdeki alıştıkları çevrelerini çok özlediklerini, aynı şekilde yüksek binalarda da çok mutsuz olduklarını anlattılar. Şimdi tümüyle alçak yapılara yönelmiş durumdalar ve mutlaka bölgenin sakinlerini de sürecine dâhil ediyorlar. Ama başarılarının en önemli anahtarı olarak etkin ve de yetkin belediyecilik anlayışlarını görüyorlar.
Bu bağlamda Bursa’nın tarihi dokusunun içersine adeta hançer gibi sokulan Doğanbey TOKİ (lütfen tıklayınız) sitesi, olamaması gereken bir kentsel dönüşüme dair en çarpıcı örnektir.
Bu bir şehri dönüştürmek değil, öldürmektir.
Bu gibi örneklerin olmaması için de, belediyelerin mutlaka mimarlar, şehir planlamacıları ve yapı sektörüyle iç içe ve de çok etkin bir şekilde çalışmaları gerekmektedir.
Keşke Yapı Endüstri Merkezi’nde dün gerçekleşen bu son derece verimli konut konferansına, davetli olan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’da katılmış olsaydı. Çünkü orada söylenenler en çok onu ilgilendiriyordu. Ne yazık ki bu katılım gerçekleşmeyince, biz her zamanki gibi sorunları “kendi aramızda” konuşmuş olduk. Yabancı katılımcıların kentsel geliştirme projelerinde üzerinde en çok durdukları “işbirliği” konusu, böylece kamu ayağında bir kez daha gerçekleşememiş oldu.
Üzerlerinde çok önemle durdukları diğer bir konu da, şehirlerin işlevsel ve görsel sürdürülebilir bir kaliteye ulaşmaları oldu. Bunun için de var olan yeşil alanların korunması kadar onları genişletip çoğaltılmasının ne kadar gerekli olduğunu anlattılar. Bu konuda da harika örnekler sundular.
Tam ta bu yüzden Maslak ormanlarında bazılarının gerçekleşen “hayali” benim bir mimar, anne ve İstanbullu olarak “kâbusumdur”. Bu konuda ne kadar haklı olduğumu dünkü katıldığım toplantıda bir kez daha görmüş oldum
Bu toplantının gerçekleşmesinde emeği geçen herkese teşekkür etmek isterim