Geçen hafta Yapı Fuarı'nı ziyaret ederken, yolumuz doğal olarak yine Beylikdüzü'ne düştü.
Nedendir bilmiyorum, orasıyla yıldızım hiç barışmadı.
Bir türlü sevemedim gitti.
İşin kötüsü, her gittiğimde Beylikdüzü'nü biraz daha betonlaşmış ve de iç içe girmiş buluyorum.
Her defasında karalar bağlayıp dönüyorum
Bu defa da kural değişmedi: E5 üzerinden Büyükçekmece Gölü'nü doğru giderken, bir kez daha öylesi bir tabiat güzelliğinin böylesine başıboş ve çirkin bir şekilde yapılaşmış olmasına hayıflandım. Yolun devamında ise her iki tarafta da yer alan binalar yığınına ne denir bilemiyorum. Ne yazık ki, bu düzensizliğin ve şekilsizliğin arasında yükselen yeni binalarda da estetik ve sevimlilik adına umut yok. Sanki yeni ile eski birbirinin çirkinliğini vurgulamak için adeta yarışıyor. Yeşil alan ise araya tek tük sıkışmış ağaçlardan ibaret. Eğri büğrü sokakların arasından gölü görmek ise zaten imkânsız.
TEM üzerinden dönüş yolu derseniz, o da ayrı bir karabasan
Buradaki tek fark, yapılaşmanın daha çok yeni bina ve siteleri kapsıyor olması. Ancak burada da aynı sevimsizlik ve tekdüzelik hâkim. Araya sıkıştırılmış camiler de, manevi ve görsel zenginlik katmak yerine, ruhsuzluğu daha bir göze batar hale getiriyor. Reklamların ne kadar aldatıcı olduğunu, gerçek yapılanları yakından görünce anlıyorsunuz. Harika müzik ve sloganlar eşliğinde sunulan bu 'rüya' sitelerin çoğunu, şimdiden yoğunluktan ilerleyemeyen, 'kâbus' gibi bir trafik ağı sarmış durumda.
Haliç'e doğru yaklaştıkça ise bina yığınları daha alçak ve de sıkışmış bir hal alıyor, tek köprünün üzerinden geçerken solda Eyüp Sultan'ın yer aldığı ve hala mucizevî bir şekilde yeşil kalabilmiş olan tepe, zümrüt vaha misali, hem gözünüzü hem de gönlünüzü ferahlatıyor. Ancak bu aynı zamanda, tüm diğer tepe ve yamaçlara tek bir ağaç bırakmaksızın yayılmış olan yapılaşmanın, hangi masalsı manzarayı yok etmiş olduğunu da çok acı bir şekilde hatırlatıyor.
Derin bir moral bozukluğu ve yılgınlık her tarafınızı kaplıyor
Galiba bu şehri gerçekten de hak etmeyen bir millet olduğumuzu düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz.
İşte böyle anlarda, hep bir Avusturyalı turistin haberlerdeki şu sözleri aklıma geliyor: "İstanbul'un nesiyle gururlanıyorsunuz? Boğaz ve tarihi çekirdeği dışında, çocuklarınıza bir beton çölü miras bırakıyorsunuz."
Doğru söze ne denir?
Her zaman turistlerin harika ülkemizin harika insanlarıyla harika yemeklerine ve de biricik İstanbul'umuza hayran kalmalarıyla övünürüz. Oysaki gerçekler bambaşka. İstanbul'u - yavaş yavaş katlettiğimiz - zümrüt Boğaz'ı ve de tarihi semtleri dışında, mega bir beton çölüne çevirmiş bulunuyoruz. Kaliteli istisnalar dışında, yıldırım hızıyla yükselen birbirinin kopyası gökdelenler, hem İstanbul'un tepeli topografyasıyla uyuşmayarak onu dev bir kirpiye dönüştürüyor, hem de var olan sıkışık trafik arterlerini patlama noktasına getirip şehre nefes aldırmıyor.
Beton çölüne dönüşen şehirlerimiz, insanların beyinlerini ve yaşam özgürlüklerini de çölleştiriyor.
Salt görsel değil, ruhsal ve bedensel bedellerini de ödüyoruz bu betonlaşmış çöllerin.
Mutlaka ki bundan önce yapılan hata ve ihmallerin de bunda büyük payı var. Ancak on yıldır işbaşında olan iktidar, ülkenin tüm kalkınmasını inşaat sektörüne yönlendirince ve bunu da yüksek faize bağlı sıcak para kaynağıyla finanse edince, İstanbul gibi şehirler çok daha hızlı bir şekilde betonlaşmaya ve son yeşil alanlarını yitirmeye başladılar.
Bunda Dubai'nin her yönden örnek alınmak istenmesinin büyük payı olduğunu düşünüyorum. Ancak aşağıda görüldüğü üzere, bu şehir hem tabak gibi düz bir çöl coğrafyasında yer alıyor hem de bizde mevcut olmayan devasa finans kaynaklarıyla destekleniyor. Bu yüzden bizdeki yapılaşma çoğu zamanbeşinci sınıf Dubai kalitesinde kalırken, İstanbul gibi şehirlerin eşsiz doğa ve tarih yapısı geri dönüşü olmayan şekilde tahrip ediliyor ve ülkenin bünyesiyle hiç uyuşman lüks tüketim ekonomisi pompalanıyor.
Dubai
Büyüyen şehirler yeşile daha çok muhtaç hale gelirken, tam da bu büyüme yüzünden eldeki rezervlerini de yitiriyorlar.
Bu açıdan bakınca, salt varlığıyla bile mikro klimayı düzenleyen ve kalan son 'nefes' alanlarından olan Gezi Parkı'nın yok edilip, yerine az ötedeki Taşkışla'ya inat yeni bir kışla dikilip, üstelik bunun da yine AVM olarak düzenlenmek istenmesi, bir cinayettir. Çünkü bir binayı ne kadar yeşillendirirseniz yeşillendirin, asla ağaçlarla dolu bir parkın yerini tutamaz. Salt binanın varlığı bile oradaki ısının yükselmesine ve rüzgâr akışının engellenmesine neden olur. Değil onu yok edip tüketime açmak, Gezi Parkı'nın etrafını daha da açıp yeşillendirmek gerek.
Gezi Parkı
New York Central Park'a bakacak olursanız, devasa boyutlarıyla o şehrin yaşam kalitesine ne kadar çok katkısı olduğunu görebilirisiniz. Ayrıca bu gökdelen şehrinin yine ne kadar düz bir alan üzerinde yükseldiğini görmek mümkün. İnsanların çoğu da civardaki müstakil bahçeli evlerde yaşıyorlar. Şehrin en gözde emlakleri da kuşkusuz o muhteşem parka bakan daireler.
Central Park
Bizde ise 'lüks' sitelerin çoğunda daireler birbirine bakarken, asıl ihtiyaç olan orta sınıfın 'makul' fiyatlara 'makul' bahçeli ev ihtiyacı karşılanmıyor, hem de Beylikdüzü gibi uçsuz bucaksız araziler mevcutken. Eldeki daire ve ofis stoku kime satılacak ve artan trafik yoğunluğuyla bunların değer kaybetmemesi nasıl sağlanacak, onu da çok merak ediyorum doğrusu.
Yapı Fuarı'na gelince, doğrudur yapı sektörü şu aralara çok faal. Ancak piyasanın 'baba' markaları yine yabancıların elinde. Bu konuda Amerikalılar, Almanlar ve de örneğin ahşap binalarda harikalar yaratan Kanadalılarla yarışmak mümkün değil.
Bu yüzden bugün Taksim'de verilen 1 Mayıs savaşı sadece elden giden sembolik meydan için değil, sorgusuz sualsiz parkları kaldıran ve kendi uygun gördüğü yerlere kendi uygun gördüğü kullanım alanlarına dikte eden anlayışa karşıydı da aynı zamanda. Fatih Camii'nin çevresi aniden yeniden düzenlense ve bundan sonra cenazelerinizi giden başka yerde kaldırın, biz size yer göstereceğiz denilse, hoşa gider miydi?
Keşke Taksim meydanının kimliğini zorla değiştirmek için harcanan paralar, "1453" adıyla hoş gösterilmeye çalışılan sitelerin ormanlarımızın ortasına veya kıyısına dikilmesine engel olunmak için kullanılsa.
Bu kuşkusuz ki dünya ahret çok daha hayırlı olurdu.
Çanak çömlek dediklerinizin üzerlerindeki yemek artıklarını ise, kimya ve arkeolojiyi bir arada okumuş olan bazıları tahlil ederek, o zamanki kültürel yaşama dair araştırıyor.
Bazıları da oturup ormandaki vahşi hayatın sesini kaydediyor ve en güzel orkestra olarak adlandırıyor: