Yolumuz geçenlerde uzun bir aradan sonra Boğaziçi Köprüsü'ne düşmüşken, gözümüz Üsküdar'daki Kuleli Askeri Lisesi'nin arkasındaki tepede yer alan devasa beyaz lekeye takıldı. Ne olduğunu anlamak için daha dikkatlice baktığımızda, bunların istinat duvarları olduğunu fark ettik. Boğaz'ın o güzelim yeşil sırtlarında böylesi çirkin olanların ne işi olabilirdi ki? Daha önce de vardılar da, biz mi fark edememiştik? Acaba askeri bir tesis mi diye sorgularken, ordunun Kuleli Askeri Lisesi gibi bir şaheserin yanına böylesi bir garabeti koymuş olamayacağına karar verdik.
Adeta devasa bir sakızı çiğneyip de Boğaz'ın o en güzel yerlerinden birine yapıştırmış olanların, kimler olabileceği sorusu kafamı kurcalayıp dururken, olabilecek en acı cevabı Arkitera sitesinde yer alan"Geçmişe Darbe -Vahdettin Korusu Üzerine Bir Ağıt" adlı yazıda buldum. (Şu satırları yazarken bile derinden iç çekmekten kendimi alamıyorum.) Meğerse bizim görüp de ne olduğunu anlaştıramadığımız o beyaz garabet, adıyla anılan korunun içinde yer alan Vahdettin Köşkü'nün ta kendisiymiş. Daha doğrusu "restore" edilmiş hali.
Konuya devam etmeden önce, izninizle restorasyon kelimesinin içeriğini bir kez daha anımsatmak istiyorum:
Restorasyon konusunda bugüne kadar pek çok şey ifade edilmiştir. Bunlardan en çok kabul gören tanım, "aslını bozmadan onarmaktır". Celal Esad Arseven, restorasyonu "sanatça tamir" olarak tanımlar. Bu da normal tamir işleriyle restorasyonu birbirinden ayırt eden en önemli özelliktir. Restorasyon; mimari eser, tablo veya heykel gibi herhangi bir sanat eserinin zamanla veya başka nedenlerle zarar görmüş ve bozulmuş kısımlarının, o eserin sanat değerine ve orijinal şekline zarar vermeksizin, sanatsal tamiri ve ıslahıdır (rehabilitasyonudur). Normal bir tamirden çok farklı olan restorasyon, büyük bir bilgi ve uzmanlık gerektirir. Bu yüzden her mimar restorasyon yapamaz. Restorasyon, eski sanat eserlerine kendinden bir şeyler katmayacak veya kişisel olarak güzelleştirmeye ve tamamlamaya kalkışmayacak üst düzey saygı bilincini gerektirmektedir.
Özetle, restorasyon tarihi eserlerin aslını bozmadan üst düzey bilgi, birikim ve bilinç gerektiren sanatsal bir onarımdır.
Bu durumda öncellikle Vahdettin Köşkü ve korusunun tarihçesine bir göz atmamız gerekmektedir: Üsküdar'da Kuleli Askeri Lisesi'nin arkasındaki tepelik arazide bulunan koru, 60 dönümlük alana sahip. Buradaki ilk bina, İstanbul'un tanınmış ailelerinden Köçeoğlu'nun 1800'lerde inşa edilen köşküymüş. Sultan Abdülmecit, köşk ve koruluğu Köçeoğlu ailesinden satın alarak Şehzade Kemalettin Efendi'ye vermiş. Daha sonra ise köşk ve koruluk şehzadeliği sırasında Vahdettin'e geçmiş. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde burası birçok devlet adamı ve yabancıya ev sahipliği yapmış. Orhan Veli meşhur "İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı" şiirini, bu muhteşem mekânda yazmış. Devasa koruluk, içindeki dört tarihi köşkle bakımsız bırakılmakla birlikte, aşağıda yer alan restorasyona kadar peyzaj değerini koruyabilmiş. Osmanlı bahçe düzeninde tanzim edilen bahçede, ağaçlar geometrik düzende dikilmiş. Köşkün arkasında ve önünde yer alan gezinme yolları da çeşitli ağaçlarla çevrilmiş. Koruluğun içinde suni bir gölcük ve köprüleriyle beraber, sedir ve fıstık çamları ve de porsuk ağaçlarına yer verilmiş. Akçakesme, ıhlamur, manolya ve erguvanların yanı sıra envai çeşit meyve ağaçlarıyla bahçe zenginleştirilmiş.
Ve bunların hepsi de Boğaz en güzel yerlerinden birinde gerçekleşmiş.
Ne kadar eskimiş ve harap halde olsa da, Vahdettin Kökü ve korusu tam anlamıyla tarihi ve doğal bir hazineydi.
Ancak Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne bağlı köşk ve koru el değiştirip Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne geçince, bu hazine radikal bir değişime uğrayıp adeta tarumar edildi.
Kendini baba tarafından beşinci, anne tarafından da üçüncü kuşak Çengelköylü "garip mimar" olarak tanımlayan Simla Sunay Özdemir yukarıda bahsettiğim makalede, bu radikal değişimi çok çarpıcı bir şekilde özetlemiş:
"Cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları gösteriyor ki Vahdettin Köşkü cumhurbaşkanı konutu ya da çalışma ofisi olacak. Tümüyle yıkılıp betonarme olarak yapılan 1 büyük ve 4 dört küçük köşk, ek yapılar, helikopter pisti, istinat duvarlarıyla tamamen beton bir kutu artık. Boğaz Köprüsü'nden Avrupa'ya geçerken başınızı sağa çevirin, bir hapishaneyi andıracak size.
Restorasyon geri dönülmez hatalarla dolu! (Restorasyon denmemeli düpedüz bir müdahale yeni bir inşaat bu!) Topografyası tümüyle yok edildi, düzleştirildi, tepe alçaldı ve doğal biçimini kaybetti. Taşıyıcı sistemin ahşap olması gerekirdi en büyük yanlış iskelette başladı. Ahşap köşklerin mimari nitelikleri yenilemede tekrar edilmedi, pencereler büyütülüp eklendi, sağır yüzeyler artırıldı. Bahçede birkaç çam familyasından ağaç dışında hiçbir canlı bırakılmadı. Son 2-3 yıldır yoğunlaşan inşaat pazar günleri bile devam etti bölgede yaşayan halk şikâyet ettiği halde ses ve toz durdurulmadı. Bununla da kalınmadı, Çengelköy'ün yol güzergâhı sanki coğrafyaya uygunmuş gibi yeniden düzenlendi, hukuka aykırı kamulaştırmayla 4 bin m² alan daha ek sağlandı, 13 eve 3 gün öncesinden yıkım kararı tebligatı gönderildi. Hiçbir proje halkla, basınla, mimari meslek odalarıyla şeffaf paylaşılmadı son ana kadar ne yapılacağı bilinemedi. Bilinseydi de yeni torba yasalarla yürütmeyi durdurmak imkânsız olacaktı zaten. Kamulaştırma kararı altında fezlekesi bir türlü gelmeyen, haklarında yolsuzluk iddiaları olan istifa etmiş bakanların da imzası var. Kamulaştırma halkın yararına değil imtiyazlarını kendi özel şahsına kâr amacıyla alan devlet başkanına sağlandı. Oysa padişah orada yaşarken doğaya el sürmemiş, bülbüllere dokunmamış, yöresine aykırı tek ot dikmemişti. İsteseydi oraya dev bir mermer saray yapamaz mıydı?"
Güzel bir soru.
Koskoca padişah, isteseydi orada devasa bir saray yapamaz mıydı?
Ama galiba Simla Sunay Özdemir en çok da aşağıdaki sorularıyla hepimizin gönlünden geçenlere tercüman olmuş:
"Peki, imparatorluğu her dem yücelten, köprülere padişahların isimlerini veren, Allah'ın iznini aldığını iddia eden başbakan bu Osmanlı mirası ahşap padişah köşküne neden böylesine zarar verdi? Neden Boğaziçi'nin tescillenmesi gereken Osmanlı Bahçesi'nin bile isteye katili oldu?"
Evet, böyle mi Osmanlı'nın ya da "ecdadımızın" mirasına sahip çıkıyorsunuz?
Her türlü tarihi, mimari ve ahlaki kuralı ve geleneği çiğneyerek?
Böylesine katlederek?
Vahdettin Köşkü'nün katli şunu gösteriyor ki, söylemde muhafazakâr olmakla eylemde muhafazakâr olmak arasında dağ kadar fark var. Ama ondan da öte, bir işin hakkını verebilmeniz için önce uzman olmanız gerekiyor. Onu bir de dünya görüşünüzle taçlandırabilirseniz, ne ala! Ancak dünya görüşünüze göre uzmanlık taslamaya kalkarsanız, ortaya işte böylesi garabetler çıkar.
Şunu da sakın unutmayın ki, tarihi eser restorasyonu gibi üst düzey uzmanlık konuları, öncellikle bilgi, birikim ve de bilinç ister.
Öyle olunca mabetlerinizi bile gönül rahatlığıyla ateistlere teslim edebilirken, tersi durumda en büyük zararı bizzat dindarlar verebilir.
Vahdettin Köşkü ve korusu bunun en acı örneği.
El-Fatiha!