Geçtiğimiz yüzyılın başında otomobillerin insanların günlük yaşantılarının bir parçası haline gelmesiyle günümüz mega kentlerin temeli atıldı ve kimsenin önceden tahmin edemediği baş döndürücü gelişmeler yaşandı.
Tin Lizzy’nin ortaya çıkmasıyla beraber her şey değişti. 1903 yılında T-modeli olarak adlandırılan ilk otomobil örneği Detroit’li endüstri patronu Henry Ford’un fabrikalarında üretilmeye başlanınca, kitlelerin davranışlarını değiştirecek araç da icat edilmiş oldu. Bu gelişme ile konunun öncülerinden olan Gottlieb Daimler ve Carl Benz’in 1886’daki hayret dolu gözlerle izlenen ilk test sürüşünün arasında sadece 20 yıl vardır. 1927 yılına kadar T-modeli tam 15 milyon kez üretildi ve Volkswagen’in böcek modelinden önce dünyada en çok üretilen otomobil haline geldi. Bunu mümkün kılan ise seri üretim oldu ve 1913 yılından itibaren otomobiller kelimenin tam anlamıyla galerilere oradan da yollara “yuvarlandı”. Böylece seri üretim ile mobil devrimin önü açıldı. Otomobil kitlesel bir ürüne ve toplumun geniş kesimlerinin erişebildiği bir metaya dönüştü. Bu üretim dinamiği ile de rolü lüksten fetişe doğru değişti.
Ulaşım aracı olmanın dışında, otomobiller keyif almanın da unsuruydu. 1900’lü yıllarda bile otomobille yapılan kahve ve eğlence gezintileri popülerdi. Atlı arabalar dahi trafik düzenlemesi gerektirirken, motorlu taşıtların gelişmesiyle beraber yol yapımı dışında park yeri ihtiyacı da doğmaya başladı, başlangıçta sadece ticari alanlar için olsa da. 1899 yılında Münih Polis Müdürlüğü 10 adet motorize taksinin hizmete sokma iznini, belediyenin tahsis edeceği park yeri adedine bağlı kıldı.
Bundan yüz yıl önce, araçların park yeri ihtiyacı ve otomobillerin satış mekânlarına yer açmak için yapı blokları baştan sona yıkılırken, San Francisco ile Moskova ve Helsinki ile Lizbon arasındaki tüm şehircilik planlamaları otomobiller tarafından belirlenmeye başlandı. Bu vesileyle bina kalabalığından oluşan eski şehir yapılarını yıkıp, yerine geniş caddeler ve gösterişli cephelerden oluşan yenilerini inşa etmek, aslında gerçek ihtiyaçtan çok yeni bir fenomen anlayışından kaynaklanıyordu.
Weimar Cumhuriyeti sırasında Berlin’de Paris ve Londra’dan farklı olarak trafikte sadece 8,000 otomobil yer alırken, bisikletlerin sayısı da 500 bin civarındaydı. Ulaşım ihtiyacının büyük kısmını toplu ulaşım araçları karşılıyordu. Hem de Berlin’in tartışmasız şekilde dünya metropolü olduğu bir dönemde. Ancak otomobilleşme süreciyle bisiklet ile motorlu taşıtların arasındaki oran, yirmili yıllara göre misliyle tersine döndü. Yirmili yılların sonunda ise kamuya açık ilk ve en ilginçlerinden olan Paris’teki Garage Citroën Marbeuf otoparkı inşa edildi. Spiral şeklindeki dikey ulaşımı, benzin istasyonu, tamirhanesi ve yıkama bölümüyle bu bina adeta bir otomobil motelini andırmaktaydı. Gösterişli ışıklandırılmış cam cephesiyle arka sokaklarda değil, tam aksine cadde üstündeki bina sırasında yer almaktaydı. Bu otomobil evi, insanların evleriyle yan yana ve eşit konumda tasarlanmıştı.
Otoparkları ve “trafik için serbest dolaşım” fikrini merkezine alan bu yaklaşım, motorlu taşıtların gereksinmelerine göre şekillenen 19. yüzyılın sonundaki mimarlığın ve şehirciliğin en belirgin özelliğini oluşturmaktaydı. Henüz 20. yüzyılın ilk otuz yılında bile otomobiller kendilerinden önce başka hiçbir teknik aracın etkileyemediği kadar mimarlık kuramını ve somut yapılaşmayı etkiledi. O zamandan bugüne motorlu taşıtlar bölgelerin ve şehirlerin görünümünü değiştiren en önemli unsur haline geldi. Oto galerileri, otoparklar, park yerleri, benzin istasyonları, dinlenme tesisleri, tamirhaneler, asfalt yollar ve otoyollarla birlikte tümüyle otomobillere göre şekillenen bir mimarlık ve peyzaj vokabüleri oluştu. Motorlu taşıtlar sadece işlevsel bir mimarlığı zorunlu kılmadı; 20’inci yüzyılın ilk çeyreğinde otomobiller ve fiziksel kuralları çerçevesinde yeni bir mimari estetik ve stil anlayışı da şekillenmeye başladı.
Avrupa’daki modern mimarinin duayenlerinden olan Le Corbusier’in 1925 yılındaki sloganı, o dönemdeki planlama anlayışının adeta özeti gibidir: “The city of speed is the city of success.” (“Hızlı şehirler, başarılı şehirlerdir.”) Frank Lloyd Wright bu merkezde Point Park Civic Center projesini tasarladı. Bu ütopik tasarımın çekirdeğinde yer alan spiral şeklindeki rampa, toplumsal yaşamın bütün ana bölümlerini otomobille birbirine bağlıyordu: Opera, kongre merkezi, sinemalar ve diğer benzerlerini. Bu proje sadece düşünce düzeyinde kalsa da, gelecekteki onlarca yıl boyunca şehirleri değiştiren – ve mahveden – değişimin önünü açmış oldu.
Modern kent anlayışı bireyi kolektif darlıktan kurtardığı gibi, kentsel işlevleri de atomize edip bağımsız parçalara böldü. Bu yeni gevşek kent yapısını birbirine bağlayan ise geniş bulvarlarla otoyollar oldu. 20. yüzyılın başında Amerika Birleşik Devletleri’nde seri üretilmeye başlanan kişisel trafik araçlarının hareket etmeyen ikizleri ise müstakil evler oldu. William G. Fricke’nin Oak Park’taki konutu, mimarlıktaki bu araç-ev ikilisinin en ilgi çekici örneklerindendir. Frank Llyod Wright, 1902 yılında endüstri kenti Chicago’nun banliyösünde inşa etmiş olduğu bu kır evine beş yol sonra bir de garaj ekledi ve böylece bu ayrılmaz bütünün başlangıç ivmesini oluşturdu.
Kır eviyle beraber ana cadde üzerinde yer alan söz konusu garaj ise sadece işlevsel açıdan değil, estetik tasarımı ile de adeta villanın minyatürü gibi durmaktadır. Wright’ın garajı inşa ettiği yıllarda, şehir dışı banliyölerdeki bu otomobilli ve müstakil evli site tiplerinin oluşumu modernitenin avangart teorilerini destekler nitelikteydi. Müstakil ev ile otomobil o zamandan beri araba kullanarak yeşilliğin içinde yaşamanın ideal çözümü olarak görüldü.
İlerleyen yıllarda ise Chicago’da Marina City (Bertrand Goldberg, 1964) adı altında özgün ve aynı zamanda devrimsel özellikler taşıyan bir eser olarak ortaya çıktı. İki adet mısır koçanına benzeyen bu dairesel yapıların alt katlarında arabalar yer alırken üst katlarında da insanlar yaşamaktadır, ancak cephenin biçimsel tasarımında herhangi bir fark görülmemektedir. İnsan ve araba, tek bir varlığın iki farklı yüzü gibidir. Otomobiller tarafından belirlenen ve zaman ötesi tasarlanmış tüm yapılarda olduğu gibi, Marina City de varlıklı ailelere yönelik suya yakın seçkin konumda yer alan örnek bir projedir. Zamanın ruhuna uygun olarak lüks otomobilleri en görülür yere konumlandırmıştır.
Günümüzde vardığımız noktada ise otomobiller halen sosyal statü fetişi olmaya devam etmekle birlikte, bizzat neden oldukları çarpık kentleşme ve kronik trafik sıkışıklığı nedeniyle tercih edilme özelliklerini hızla metro gibi hızlı toplu ulaşım araçlarına kaptırmaya başladılar. Bu gelişmeye paralel olarak otoparklar da toplum ulaşım ağına kolay bağlanan aktarma merkezlerine dönüşme eğilimindeler.
İnsanların daha yeşil, sağlıklı ve yaya yoluyla erişilebilir akıllı kentlere özlem duyması nedeniyle 21. yüzyıldaki kentsel gelişme bir öncesinin tam tersine gebe gibi.
Zuhal Nakay
Y. Mimar / Otopark Uzmanı