Zuhal Nakay
Köşe Yazarı
Zuhal Nakay
 

Kamusal Alan ve Siyaset

Kamusal alan pek çok farklı şekilde tanımlanmaktadır, ancak en öz haliyle mahrem alanımızın dışındaki ortaklaşa kullandığımız ve hepimize ait tüm iç ve dış mekânlar diyebiliriz. Bu kamuya yani halka ait alanların mülkiyeti hepimizin olsa da, onların planlanması, sınıflandırması ve işlevlendirilmesi devlete aittir. O nedenle kamusal alanlar tarih boyunca hep devletin yönetenlerin isteğine ve imkânlarına göre şekillenmiş ve kullanılmıştır. Yine bu nedenle kamusal alanlar ve üzerindeki kamusal yapılar ait oldukları dönemi en iyi yansıtan kültürel mirastır. Dünyada tanınmış tüm kentlerin en ilgi çeken yerleri her daim tarihi veya ünlü meydanları ile onları çevreleyen aynı özellikteki yapılarıdır. Bu bağlamda tarihi olduğu kadar modern mimarisi, ülkelerin geçmiş ve günümüz aynasıdır. Bu geçmiş ile günümüz mimarlığının bütün olarak korunması ve geliştirilmesi ise aynı zamanda toplumun koruma ve geliştirme seviyesinin göstergesidir. Ortaklaşa kullanılan her değerde olduğu gibi, kamusal alanın tanımı ve kullanımına dair tartışmalar da hiç bitmemektedir. Ne dünyada ne de bizde. Bununla ilgili olarak Gencay Serter’e ait “Muhafazakâr Kentin İnşası” adlı kitabın tanıtımında, içerikte hem neoliberalizm-muhafazakârlık ittifakının hem de bunların mekânla kurduğu ilişki üzerinde durulmuş. Aydınlanma düşüncesi ve Fransız Devrimi’ne tepki olarak 18. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan muhafazakârlığın, devrim korkusuyla özgür insanın ve akılcılığın reddi, özel mülkiyetin kutsanması gibi değerlere sahip olduğu ve kamusallık karşıtlığı yapmak zorunda kalarak onun yerine aile, cemaat gibi alt birimleri öne çıkardığı belirtilmiş. Mekânın ideolojik bir aygıt olarak kullanılmasının tarihsel arka planına eğilirken, İslam’ın mekândan etkilendiği ve daha sonra mekânı kullanarak gündelik hayatı nasıl dönüştürdüğü anlatılmış. Kentsel mekân dini semboller aracılığıyla yeniden kurulurken, başrolün camiye verildiği ve gündelik hayatı biçimlendirmek için de bu araçtan sonuna kadar yararlanıldığı belirtilmiş.  Aşevi, medrese, çarşı gibi kurumların da caminin yörüngesine girdiği, ticari ve sosyal yapılarla oluşan komplekse külliye denildiği ve bu andan itibaren İslami sembol ve içeriklerin gündelik hayatı biçimlendirildiğine değinilmiş. Cami ve yakın çevresi kamusallığın hayat bulabildiği tek yer olduğundan, kent İslami ideolojinin yayılması için etkin bir araç haline gelmiştir denilmiş. Günümüzde ise kamusal alanların ortadan kaldırılmasının, neoliberalizm-muhafazakâr ittifak için hayati bir konu olan, muhalif hareketlerin kontrol edilmesini de sağladığı ve meydanlarla sokakların ve parkların kontrole imkân sağlayacak şekilde parçalandığı belirtilmiş.  Neoliberal-muhafazakâr ittifakın Türkiye’deki pratikleri bölümünde ise Cumhuriyetin ilk döneminde geniş bulvarlar ve açık yeşil alanlar ile kamusallığın arttırılmaya çalışıldığı ve tebaadan yurttaşa dönüşen insanın özgür kılınmasının hedeflendiği anlatılmış.  24 Ocak kararlarıyla vücut bulmaya başlayan neoliberalizmin yapışık ikizi muhafazakâr ideoloji ile ortak amentüsü olan özel mülkiyeti yaygınlaştırma ve kamusallığı silikleştirme stratejisi hayata geçirilerek, kentte hemşeri olarak var olan yurttaşın dönüşüme uğrayarak, ranttan pay almaya çalışan fırsatçı birey haline gelmesinin bu sürecin yan etkilerinden biri olduğu vurgulanmış. İktidarın gücünün arttığı oranda, İstanbul’da Taksim Meydanı, Gezi Parkı, Ankara’da Saraçoğlu Mahallesi, ODTÜ Ormanı ve Atatürk Orman Çiftliği gibi sembolik ve ekonomik değeri olan yerleri zapt etmeye kalkıştığı ve bu dönem camilerin ibadethane olmaktan çok ikonik bir sembol ve gündelik hayatı dönüştürmeye yönelik bir araç olarak kullanıldığı belirtilmiş. Çamlıca Camii ve Kuzey Ankara Camii’nin kentsel mekânla bütünlüğü olmayan salt görünürlük kaygısıyla yapılmış devasa yapılar olmasının da bunun kanıtı olarak gösterilmiş. Kamusal alan ve siyasete dair bu kitap tanıtımı gerçekten de ilgimi çekti. Doğru ve birbirini tamamlayan saptamalar içerdiği kuşkusuz. Ancak tanıtım yazısına başlarken, kitabın “yerel yönetimlerde gerici ve halk düşmanı ideolojilerin saldırısını boşa çıkarma umudu çıkmışken” okunmasının tavsiye edilmesi bence artık aşmamız gereken bir yaklaşım. Çünkü böyle yapınca okur kitlesini otomatikman daraltmış ve “gerici” olarak gördükleriniz içersinde yazdıklarınıza ilgi gösterecekleri baştan kaybetmiş oluyorsunuz. Oysa yazılanların benzer düşünenler kadar farklı düşünenlere de ulaşması onun etkin olmasını sağlayacaktır.    Kamusal alan ile ilgili yakın dönemde yaşadığımız tüm tartışmalar ve kavgalarımızı mevcut iktidarın global neoliberal-muhafazakâr ittifakın yansımaları olarak görmek mümkün. Taksim Meydanı ve Gezi Parkıyla ilgili olarak gerçekten de bir parçalanmışlık ve mevcut yapılaşmayla tarihi kilise siluetini tümüyle bastıran devasa cami inşası ile ilgili olarak da ibadethaneden çok hükümranlık duygusu ağır basıyor. Etraftaki olağanüstü polisiye tedbirlerle de sanki bu daha da vurgulanmaya çalışılmış gibi. Orayı kullanan kentli nüfus ise son derece medeni ve barışçıl görüntüsüyle bu zıtlığı daha görünür kılıyor. Bu bağlamda geçici olduğunu ve tarihin sayfalarında abartılı, garipsenen bir uygulama olarak yer alacağını düşünüyorum. Caminin meydanla uyumu ve kullanım yoğunluğunu ise zaman gösterecek, çünkü bu tür kamusal kullanımları zorla yönlendirmek hiçbir zaman mümkün olmuyor. Aynısı Çamlıca Camii için de geçerli, çünkü ibadethaneler genellikle tepelere değil, kolay ulaşılabilir meydanlara inşa edilir. Çünkü işlev ve görsel odak, genel olarak yukarıdan aşağı akışı tercih eder, aşağıdan yukarı olanı değil. Özellikle ibadethane gibi davetkâr olması gereken yapılar, hükmedici yükseklikten uzak dururlar. Bunun dışında tepeye tarihi bir meydan camisinin kopyasını dikmek, hem o tepeyi bastırmış hem de aşağısındaki çarpık yapılaşmayı vurgulamış. Ayrıca tam karşısında yer alan Çamlıca Kulesinin modern aerodinamik yapısıyla tümüyle çelişmiş. İki yapı birbirini vurgulamak yerine birbirini etkisiz kılıyor. Eğer illaki bir tepe camisi gerekliyse ve karşılıklı bir konum söz konusuysa, o zaman Çamlıca Kulesinin aerodinamik şeklinin yatay karşıtı olabilirdi. Hem birbiriyle hem de Boğazın yumuşak dalgalı siluetiyle çok daha uyumlu bir ikili olurdu. Ama bunun için önce İstanbul’un genel master planı uzman kişiler ve kurumlar tarafından, herhangi bir ideolojiden uzak, günümüz gereksinim ve farklı toplum kesimlerinin ihtiyacına göre hazırlanıp uygulanmalıydı. Günümüzde en yanlış olan, tek bir kişinin veya zümrenin isteği ve hedefleri doğrultusunda, özellikle İstanbul gibi köklü mega kentlerde hızlı ve geri dönülmez kararlar almaktır. Aslında bu tüm ülke için geçerlidir ve özellikle yeşil alanlarımız artık hepimizin son doğal kamusal alanlarıdır. Ve üzerindeki her bir karar, imar veya ihmal hepimizin yaşamını doğrudan etkilemektedir. Bunun yanı sıra günümüz iletişim teknolojisi kamudan habersiz veya kamuya rağmen bir girişimde bulunmak imkânsızdır. Yazımla, bu denli tartışmalı bir alanda doğru bir tartışma ortamı oluşturmak için küçük bir adım atmaya çalıştım. Kaynak aldığım yazının sonundaki cümlelerin de kamu alanlarının belirlenmesinde aynı şekilde yanlış ve baskıcı bir yaklaşım içerdiğini düşünüyorum: “Tiyatro, opera, sinema, konser salonu, müze, stadyum, park, piknik alanı gibi kamusal alanlar çoğaltılmalı, halkı zehirleyen mimarı tarz ve semboller gündelik hayattan silinmeli, kültürel-sanatsal etkinliklerin ekmek ve su gibi hayati önemde olduğu unutulmamalı. Klasik müzik belediye hoparlöründe hoş bir seda olarak kalmamalı.” Birbirimize hiçbir şekilde mimari tarz ve semboller dayatmayalım. Doğru ve sağlıklı rekabet içinde, farklı ihtiyaçlara yönelik doğru ve sağlıklı çözümler üretelim. Öyle olunca zaten her kesimden insan o mekân ve yapılara akıyor ve severek kullanıyor.  Tarihi aşevi, medrese, çarşı gibi işlevlerin ucuz taklidi olarak, estetikten uzak bilgisayar bozuntusu camilerin altına yerleştirilen market ve restoranlar sonuçta hepimizin kâbusu. Ve de tüm diğer Disneyland-vari köprü, şadırvan ve hatta arabesk siteler. Hele Cumhuriyetin ilk dönem özenle tasarlanıp inşa edilmiş bina ve tesisler yerine yapılanlar daha bir üzüyor. Hoparlörler hiç olmasın. Ne ezanda, ne de klasik müzik dinletisinde. Her yapı ve işlev yerinde ve sevenleriyle güzel. Birilerinin diretmesiyle değil. Tüm sıkışıklığına rağmen Ortaköy Meydanı ve Ortaköy Camii bu nedenle halen çok seviliyor. Çünkü doğru işlevselliğin zaman üstü estetik ve zarafetle birleşimi hiçbir zaman eskimiyor. Diğer hepsi ise boş kalmaya mahkûm oluyor veya yaşam alanlarını çoraklaştırıyor. Zuhal Nakay Y. Mimar, İTÜ/ETH-Zürich Kaynak: Mekanda siyaset mi, mekanın siyaseti mi? (http://sendika63.org/2019/07/mekanda-siyaset-mi-mekanin-siyaseti-mi-556423/)

Kamusal Alan ve Siyaset

Kamusal alan pek çok farklı şekilde tanımlanmaktadır, ancak en öz haliyle mahrem alanımızın dışındaki ortaklaşa kullandığımız ve hepimize ait tüm iç ve dış mekânlar diyebiliriz. Bu kamuya yani halka ait alanların mülkiyeti hepimizin olsa da, onların planlanması, sınıflandırması ve işlevlendirilmesi devlete aittir. O nedenle kamusal alanlar tarih boyunca hep devletin yönetenlerin isteğine ve imkânlarına göre şekillenmiş ve kullanılmıştır.

Yine bu nedenle kamusal alanlar ve üzerindeki kamusal yapılar ait oldukları dönemi en iyi yansıtan kültürel mirastır. Dünyada tanınmış tüm kentlerin en ilgi çeken yerleri her daim tarihi veya ünlü meydanları ile onları çevreleyen aynı özellikteki yapılarıdır. Bu bağlamda tarihi olduğu kadar modern mimarisi, ülkelerin geçmiş ve günümüz aynasıdır. Bu geçmiş ile günümüz mimarlığının bütün olarak korunması ve geliştirilmesi ise aynı zamanda toplumun koruma ve geliştirme seviyesinin göstergesidir.

Ortaklaşa kullanılan her değerde olduğu gibi, kamusal alanın tanımı ve kullanımına dair tartışmalar da hiç bitmemektedir. Ne dünyada ne de bizde. Bununla ilgili olarak Gencay Serter’e ait “Muhafazakâr Kentin İnşası” adlı kitabın tanıtımında, içerikte hem neoliberalizm-muhafazakârlık ittifakının hem de bunların mekânla kurduğu ilişki üzerinde durulmuş. Aydınlanma düşüncesi ve Fransız Devrimi’ne tepki olarak 18. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan muhafazakârlığın, devrim korkusuyla özgür insanın ve akılcılığın reddi, özel mülkiyetin kutsanması gibi değerlere sahip olduğu ve kamusallık karşıtlığı yapmak zorunda kalarak onun yerine aile, cemaat gibi alt birimleri öne çıkardığı belirtilmiş.

Mekânın ideolojik bir aygıt olarak kullanılmasının tarihsel arka planına eğilirken, İslam’ın mekândan etkilendiği ve daha sonra mekânı kullanarak gündelik hayatı nasıl dönüştürdüğü anlatılmış. Kentsel mekân dini semboller aracılığıyla yeniden kurulurken, başrolün camiye verildiği ve gündelik hayatı biçimlendirmek için de bu araçtan sonuna kadar yararlanıldığı belirtilmiş.  Aşevi, medrese, çarşı gibi kurumların da caminin yörüngesine girdiği, ticari ve sosyal yapılarla oluşan komplekse külliye denildiği ve bu andan itibaren İslami sembol ve içeriklerin gündelik hayatı biçimlendirildiğine değinilmiş. Cami ve yakın çevresi kamusallığın hayat bulabildiği tek yer olduğundan, kent İslami ideolojinin yayılması için etkin bir araç haline gelmiştir denilmiş.

Günümüzde ise kamusal alanların ortadan kaldırılmasının, neoliberalizm-muhafazakâr ittifak için hayati bir konu olan, muhalif hareketlerin kontrol edilmesini de sağladığı ve meydanlarla sokakların ve parkların kontrole imkân sağlayacak şekilde parçalandığı belirtilmiş.  Neoliberal-muhafazakâr ittifakın Türkiye’deki pratikleri bölümünde ise Cumhuriyetin ilk döneminde geniş bulvarlar ve açık yeşil alanlar ile kamusallığın arttırılmaya çalışıldığı ve tebaadan yurttaşa dönüşen insanın özgür kılınmasının hedeflendiği anlatılmış.  24 Ocak kararlarıyla vücut bulmaya başlayan neoliberalizmin yapışık ikizi muhafazakâr ideoloji ile ortak amentüsü olan özel mülkiyeti yaygınlaştırma ve kamusallığı silikleştirme stratejisi hayata geçirilerek, kentte hemşeri olarak var olan yurttaşın dönüşüme uğrayarak, ranttan pay almaya çalışan fırsatçı birey haline gelmesinin bu sürecin yan etkilerinden biri olduğu vurgulanmış.

İktidarın gücünün arttığı oranda, İstanbul’da Taksim Meydanı, Gezi Parkı, Ankara’da Saraçoğlu Mahallesi, ODTÜ Ormanı ve Atatürk Orman Çiftliği gibi sembolik ve ekonomik değeri olan yerleri zapt etmeye kalkıştığı ve bu dönem camilerin ibadethane olmaktan çok ikonik bir sembol ve gündelik hayatı dönüştürmeye yönelik bir araç olarak kullanıldığı belirtilmiş. Çamlıca Camii ve Kuzey Ankara Camii’nin kentsel mekânla bütünlüğü olmayan salt görünürlük kaygısıyla yapılmış devasa yapılar olmasının da bunun kanıtı olarak gösterilmiş.

Kamusal alan ve siyasete dair bu kitap tanıtımı gerçekten de ilgimi çekti. Doğru ve birbirini tamamlayan saptamalar içerdiği kuşkusuz. Ancak tanıtım yazısına başlarken, kitabın “yerel yönetimlerde gerici ve halk düşmanı ideolojilerin saldırısını boşa çıkarma umudu çıkmışken” okunmasının tavsiye edilmesi bence artık aşmamız gereken bir yaklaşım. Çünkü böyle yapınca okur kitlesini otomatikman daraltmış ve “gerici” olarak gördükleriniz içersinde yazdıklarınıza ilgi gösterecekleri baştan kaybetmiş oluyorsunuz. Oysa yazılanların benzer düşünenler kadar farklı düşünenlere de ulaşması onun etkin olmasını sağlayacaktır.   

Kamusal alan ile ilgili yakın dönemde yaşadığımız tüm tartışmalar ve kavgalarımızı mevcut iktidarın global neoliberal-muhafazakâr ittifakın yansımaları olarak görmek mümkün. Taksim Meydanı ve Gezi Parkıyla ilgili olarak gerçekten de bir parçalanmışlık ve mevcut yapılaşmayla tarihi kilise siluetini tümüyle bastıran devasa cami inşası ile ilgili olarak da ibadethaneden çok hükümranlık duygusu ağır basıyor. Etraftaki olağanüstü polisiye tedbirlerle de sanki bu daha da vurgulanmaya çalışılmış gibi. Orayı kullanan kentli nüfus ise son derece medeni ve barışçıl görüntüsüyle bu zıtlığı daha görünür kılıyor. Bu bağlamda geçici olduğunu ve tarihin sayfalarında abartılı, garipsenen bir uygulama olarak yer alacağını düşünüyorum. Caminin meydanla uyumu ve kullanım yoğunluğunu ise zaman gösterecek, çünkü bu tür kamusal kullanımları zorla yönlendirmek hiçbir zaman mümkün olmuyor.

Aynısı Çamlıca Camii için de geçerli, çünkü ibadethaneler genellikle tepelere değil, kolay ulaşılabilir meydanlara inşa edilir. Çünkü işlev ve görsel odak, genel olarak yukarıdan aşağı akışı tercih eder, aşağıdan yukarı olanı değil. Özellikle ibadethane gibi davetkâr olması gereken yapılar, hükmedici yükseklikten uzak dururlar. Bunun dışında tepeye tarihi bir meydan camisinin kopyasını dikmek, hem o tepeyi bastırmış hem de aşağısındaki çarpık yapılaşmayı vurgulamış. Ayrıca tam karşısında yer alan Çamlıca Kulesinin modern aerodinamik yapısıyla tümüyle çelişmiş. İki yapı birbirini vurgulamak yerine birbirini etkisiz kılıyor. Eğer illaki bir tepe camisi gerekliyse ve karşılıklı bir konum söz konusuysa, o zaman Çamlıca Kulesinin aerodinamik şeklinin yatay karşıtı olabilirdi. Hem birbiriyle hem de Boğazın yumuşak dalgalı siluetiyle çok daha uyumlu bir ikili olurdu.

Ama bunun için önce İstanbul’un genel master planı uzman kişiler ve kurumlar tarafından, herhangi bir ideolojiden uzak, günümüz gereksinim ve farklı toplum kesimlerinin ihtiyacına göre hazırlanıp uygulanmalıydı. Günümüzde en yanlış olan, tek bir kişinin veya zümrenin isteği ve hedefleri doğrultusunda, özellikle İstanbul gibi köklü mega kentlerde hızlı ve geri dönülmez kararlar almaktır. Aslında bu tüm ülke için geçerlidir ve özellikle yeşil alanlarımız artık hepimizin son doğal kamusal alanlarıdır. Ve üzerindeki her bir karar, imar veya ihmal hepimizin yaşamını doğrudan etkilemektedir. Bunun yanı sıra günümüz iletişim teknolojisi kamudan habersiz veya kamuya rağmen bir girişimde bulunmak imkânsızdır.

Yazımla, bu denli tartışmalı bir alanda doğru bir tartışma ortamı oluşturmak için küçük bir adım atmaya çalıştım. Kaynak aldığım yazının sonundaki cümlelerin de kamu alanlarının belirlenmesinde aynı şekilde yanlış ve baskıcı bir yaklaşım içerdiğini düşünüyorum: “Tiyatro, opera, sinema, konser salonu, müze, stadyum, park, piknik alanı gibi kamusal alanlar çoğaltılmalı, halkı zehirleyen mimarı tarz ve semboller gündelik hayattan silinmeli, kültürel-sanatsal etkinliklerin ekmek ve su gibi hayati önemde olduğu unutulmamalı. Klasik müzik belediye hoparlöründe hoş bir seda olarak kalmamalı.”

Birbirimize hiçbir şekilde mimari tarz ve semboller dayatmayalım. Doğru ve sağlıklı rekabet içinde, farklı ihtiyaçlara yönelik doğru ve sağlıklı çözümler üretelim. Öyle olunca zaten her kesimden insan o mekân ve yapılara akıyor ve severek kullanıyor.  Tarihi aşevi, medrese, çarşı gibi işlevlerin ucuz taklidi olarak, estetikten uzak bilgisayar bozuntusu camilerin altına yerleştirilen market ve restoranlar sonuçta hepimizin kâbusu. Ve de tüm diğer Disneyland-vari köprü, şadırvan ve hatta arabesk siteler. Hele Cumhuriyetin ilk dönem özenle tasarlanıp inşa edilmiş bina ve tesisler yerine yapılanlar daha bir üzüyor.

Hoparlörler hiç olmasın. Ne ezanda, ne de klasik müzik dinletisinde. Her yapı ve işlev yerinde ve sevenleriyle güzel. Birilerinin diretmesiyle değil. Tüm sıkışıklığına rağmen Ortaköy Meydanı ve Ortaköy Camii bu nedenle halen çok seviliyor. Çünkü doğru işlevselliğin zaman üstü estetik ve zarafetle birleşimi hiçbir zaman eskimiyor.

Diğer hepsi ise boş kalmaya mahkûm oluyor veya yaşam alanlarını çoraklaştırıyor.

Zuhal Nakay

Y. Mimar, İTÜ/ETH-Zürich

Kaynak:

Mekanda siyaset mi, mekanın siyaseti mi?

(http://sendika63.org/2019/07/mekanda-siyaset-mi-mekanin-siyaseti-mi-556423/)

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve akillibinam.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.